Osmanlı diye insan yoktur, Türk vardır, çerkez vardır, kürt
vardır, gürcü vardır ama osmanlı yoktur. osmanlı olunmaz osmanlı doğulur, onun
içinde osmanoğullarından olmanız gerekir. bu da bir millet değil ailedir.kendi
soyunu inkar edip de taht sahibinin soyunu benimsemek bir tek bizim ülkemizde
görülüyor sanırım.kimliğini yitirip bir aile adının boyunduruğu altına girmeye
heves edenlerin vecizesi. ancak kul köle olmayı bilenlerdir bunlar.🇹🇷🇹🇷🇹🇷
‘OSMANLIYIM’ DİYENLER
BUNLARI DA BİLMEK ZORUNDA !
1920’de nüfus 12 milyon dolayındaydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köyün 38 bininde okul yoktu. Traktör yoktu; Hititlerden kalma Kağnı ve Kara saban kullanılırdı. 5 bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar da kırılıyordu.
Yaklaşık iki milyon sıtmalı, 1 milyon frengili ve 3 milyon
trahomlu insan vardı Anadolu’da ; verem, tifüs, tifo salgını kol geziyordu;
doğan her iki bebekten biri (AS: bizdeki bilgilere göre her 5 bebekten 1’i) 1
yaşına gelmeden ölüyordu; ortalama yaşam süresi 40 yıl kadardı.
Memlekette Doktor sayısı 337, ebe sayısı 136, eczacı sayısı
60 idi. Diplomalı Diş hekimi yoktu.
Limanlar, madenler, demiryolları yabancılara aitti. Toplam
sermayenin yalnızca %15’i Türk sermayesi sayılabilirdi.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan yalnızca dört fabrika
vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… “Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e miras” listesinde 85 milyon Lira (600 ton altın) borcu da
unutmayalım. Elektrik yalnızca İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı. Otomobil
sayısı 1500 kadardı…
Kadın, insan değildi.
Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken… Osmanlıcıların yere
göğe sığdıramadıkları Abdülhamid Han Hazretlerinin (yaş olarak tümü “çocuk”
sayılacak 16 karısı vardı: Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar,
Bidar, Mezide, Emsalinur….. Osmanlıcıların “dedemiz” dedikleri Abdülmecid’in de
22 karısı vardı. (Ahali ineğine verecek saman bulamazken, herif sarayında iki
futbol takımı kadar kadınla yatıyordu.)
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu.
Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların
hediyesi olarak ya da çalınmış, gemilerle, trenlerle Avrupa müzelerine
götürülmüştü.
Takvim ve Zaman birliği de yoktu; Kimisi güneş batarken
‘grubi saat’i esas alıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi
güneşin tümüyle battığı ezani saat’i esas alıyordu; kimisi zevali saat’i
kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. “Saat kaç
birader?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses çıkıyordu.
Kimisi ‘hicri takvim‘ kullanıyordu, kimisi ‘rumi takvim‘
kullanıyordu. Kimisinin şubat’ı kimisinin aralık’ına denk geliyordu. Herkes
aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda, farklı saatlerde yaşıyordu!
Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne Ortaçağdan kalma
ağırlık ölçüleri dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne de uzunluk ölçüleri…